ÇALIŞMA KAMPLARI

   O an ölümle karşılaşmayanlar ‘ yavaş ölüm ‘ yolundan ilerlerdi yani esir kamplarına yollanırdı. Genelde buraları taş ocaklarıydı fakat bazen de Alman Savaş güçlerine yardım etmek için de çalıştırıyorlardı. Herzaman için en aşağılık ve insanlık dışı ortamlarda bulunuyorlardı.

Bir Anı

Çalışma Alanında

    Çalışma alanına doğru uzun yürüyüşte, yakışıklı insan görünümündeki iki ayaklı canavarlar, coplarını sadece eğlence için , bir sağa, bir sola savuruyorlardı. Kocaman ,eğitimli Alman çoban köpekleri, sahiplaerinin arkasından geliyor, her an gelebilecek bir emri sabırsızlıkla bekliyorlardı. Ufacık bir harekette bile, kurbanların üstüne atlayarak sadece eğlencesine onları paramparça edebilirlerdi,.Tıpkı sahipleri gibi…  

Ruchka’nın dövülmesi , bilinçaltı dengesini altüst etmişti. Hertarafı ağrılar içinde, bizlere döndü: “ Bir daha hiç normal düşünebilecek miyim? Aklım çalışabilecek mi? Bir daha normal olabilecek miyim?”

… Tırmıkları çamura saplıyor, tekrar çıkarmaya çalıştığımızda ise ağırlıklarından ürküyorduk. El arabasına doğru yaklaşırken, çamur, tırmığın dişleri arasından akıyor, geriye azıcık kalıyordu .Yeniden daha kalın bir çamur parçasını hedefleyerek  eğiliyorduk. Yine de ,el arabasına varana kadar pek azı kalıyordu . Tekrar ve tekrar zayıf vucutlarımızı zorluyorduk. Bu iğrenç, mantıksız ve umutsuz işi yaparken arkadaşlarımı gözlüyordum ve aklımda tarih kitaplarında kalmış trajik  bir sahne canlanıyordu: Mısır’da Paro’nun şehirlerini kuran esir Yahudiler…

Yahudiler açlık sınırında yaşamaya çalışıyorlardı. Günlük öğünleri; başparmağı kalınlığındaki bir dilim siyah ekmekten, bir parçacık margarinden ve çorba olduğu iddia edilen bir kap sıvıdan ibaretti. Ara sıra içinde yüzen birşeylere belki rastlanabilirdi. 24 saat için tüm yiyecek buydu.  

Bir Anı :

Yakalanan Kaçaklar

 İlkel darağaçları kurulmuştu. Platformda, 6 genç adam durmaktaydı. Cellat, ipleri boyunlarından geçirmekteydi. Genç adamlardan ikisini tanıdığımı zannettim: Bunlar Spielman’ın kardeşleri değiller miydi? Evet , gerçekten de onlardı! Bu onların ‘ daha merhametli ‘ cezalarıydı.

“Herkes baksın !” diye hertaraftan emirler yağdı. “ Kaçmaya çalışanların kaderini seyredin!” Ürperdim .

Birden Spielmanlar’dan birininn konuştuğunu duydum. Naziler’e meydan okuyarak , ölümün yüzüne gururla baktı: “ Siz bizi öldürebilir, binlerce Yahudiyi de yokedebilirsiniz. Fakat Yahudi ulusunu asla yokedemeyeceksiniz! Herzaman olduğu gibi hayatta kalmayı başaracaklar, Allahımız da döktüğünüz masum kanların öcünü alacak!”

Bununla, Şema İsrael’I söylemeye başladılar: Ölmeden önce mırıldanmayı başarabildiler: “ Aşem Ehad- Allah birdir”

Naziler, Yahudiler’le dalga geçmeyi severlerdi. Taşocaklarını birinde, ‘paraşütçüler duvarı’ denilen, düz bir duvar bulunurdu . Bazen, askerlerden biri, birisini dışarıya iteklerdi. 

Tanıklardan biri anlatıyor:

Çalışma Kamplarındaki hayata Başlama

Kampın kapısından yürüdüğüm zaman , bazı korkunç sahneler gördüm. Alman askerleri, ellerinde makinalı tüfeklerle , gözetleme kulelerinden bizleri izliyorlardı. İçeride bulunan herkes, 50 kadar Rus, 100 kadar Polonyalı, ve bin kadar da Yahudi korkunç bir haldeydi. Herkesin üstünde, 5’ santime 5 santim  ,kare bir kumaş parçası vardı. Ruslar’ın Polonyalılar’ınki kırmızı,Yahudilerin’ki ise sarıydı. Herkes o kadar zayıftı ki, neredeyse yarı ölü sayılırlardı. Adamlar, pislik dolu bahçede uykudagezer gibi dolaşıyordu.Çoğunun, vucutları hala yaşadığı halde, ruhları tamamen ölmüştü.Bizim grubumuz girişte durmuştu ve uzun boylu bir Alman asker önümüzdeydi. Sürekli bizi izliyordu. Bize seslenmeden önce boğazını temizledi:

             “Üstünüzdeki saatleri değerli eşyaları, mücevherleri teslim edin! Eğer üstünüzde herhangi bir şey bulunursa, hemen vurulacaksınız “

Onun pis yüzüne ve güçlü silahına bakınca, dediklerine uymaktan başka çarem olmadığını anladım. Saatimi çıkarıp, cebimdeki bozuklukları ararken, Alman askerler midelerimize sopalarıyla vurmaya veya suratlarımıza tokat atmaya başlamışlardı bile.Bu sadist eğlenceden hiç vazgeçmiyorlardı.

Değerli eşyaların teslimatı bitince, kampın orta alanına yürüdük. Günlerce birşey içmemiştik ve yerdeki ince kar tabakası karşı konulmayacak kadar davetkar görünüyordu. Problem, hemen ayaklarımızın dibinde karın olmamasıydı. Bizlere en yakın kar, 1-2 metre uzağımızdaki dikenli tellerin dibindeydi. Başka bir yöne ilerledik. Önümdeki kişi ,kendini tutamadı. Susuzluktan kontrolünü kaybetmişti ve sıradan bir  iki adım dışarı çıkarak kara doğru yöneldi. Arkasını döndüğü an, gözlerimizin önünde vurdular onu!

Yüzlerimizdeki korkuyu gören Alman ve Ukraynalı askerler gülmeye başladılar, korkumuzdan ne kadar da eğlenmişlerdi. Bizleri dehşete sokmaktan büyük zevk alıyorlardı ve Kamionka’da kimin patron  kimin esir olduğunu her an göstermek niyetindeyiler. Susuzluktan ölen bir kişi, bir avuç kar alabilmek , kurumuş boğazını serinletmek için sıradan çıkmış, bu da onun sonu olmuştu. Bu hareketin ne politik , ne de askeri bir tehditti. Silahlarına sarınan bir asker de değilde, gizli mesajlar gönderen bir casus da..O , tamamiyle savunmasız , suya ihtiyaç duyan bir canlıydı. Tek sucu, amirleri beklememesi, kendi ihtiyacını kendi karşılamak istemesiydi. Böylece, kaderimizi kontrol edenler, hayatlarımızın onlar için hiçbir şey ifade etmediğini göstermişlerdi.

O ilk gece, bir bardak ‘çorba’içtikten sonra , barakalara götürüldük. O yerin zavallığının anlatmak çok zor. Aslında hayvanlar için yapılmıştı, ve insanlar için yapılan tek değişiklik ahırlara , 2-3 katlı tahtadan bitmemiş yatakların eklenmiş olmasıydı. Rüzgar, duvarlardaki çatlaklardan içeri giriyordu. Her yer pirelerle doluydu, ve bir kaç içinde pireler hepimize bulaşmıştı! Kısa zamnda, pirelerle yaşamaya alıştım. Pireler, tifüs taşıdıkları halde, kampın diğer sorunlarıyla karşılaştırıldığında, çok da önemli değillerdi.

Tahtaların üstünde ne battaniye ne  saman vardı ( Sonradan başkalarından Auschwitz ve bir kaç yerde saman kullanıldını  duymuştum ) ve tabii ki ne de çarşaf vardı. Olda bulunduğum 16 ay boyunca beraberimde getirdiğim  kısa bir paltoyu üstümü örtmek için  kullandım. Barakalarda yüzlerce kişi vardı ve bu tahtaların üstünde, yerde veya bulabildikleri küçücük bir boşlukta uyumaya çalışıyorlardı. Hepimizin yatmak için 60 cm. Lik bir boşluğu vardı. Ve eğer bir kişi dönmek isterse, heriki yanındaki insanların da dönmesi gerekiyordu.

Sabah saat 5:30’da uyandırıldıkatan sonra, bize giyinmemiz için 2 dakika verdiler. Hazırlanamayan biri olursa, dövülecekti. Ancak herkes hazır olduktan sonra, bir bardak kahve alabilmek için sıraya girebiliyorduk- kahve dedikleri aslında çok pis sıcak sudan başka birşey değildi. Bunun yanında bir dilim ekmek de verirlerdi- unun kumla karıştırılmış olduğu sert , yenilmesinin çok zor olduğu bayat bir dilim…Bunlar bütün gün için verilen tek yiyecek olduğundan, bazıları ekmeklerinin bir bölümünü ‘öğle yemeği’ için saklardı , bazılarıysa açlığa dayanamayarak o an hepsini çiğneyip yerdi. Ben birbölümünü günün geri kalanı için sakalrdım. Bütün gün çalıştırılacağımızı , tüm piziksel kuvvetimin eriyip gideceğini ve açlığımın daha da dayanılmaz boyutlara ulaşacağını biliyordum.

Bu küçük yemekten sonra, kampta kalan binlerce esir, bahçede düz sıra haline geçer, saat 6 ‘dan 8’e kadar ayakta beklerdi. Yaz güneşinin parlaması veya kara kışın keskin söğuğu hiç farketmezdi, ne olursa olsun 2 saat ayakta durmamız şarttı. Yağmur, kar veya yakıcı sıcak..Bu hergün yaşanan işkencenin ikinci safhasıydı.

8’den birkaç dakika evvel, ‘haupsturmfuhrer,’ Paul Rebel,’ köpeğiyle birlikte alana gelir ve işlerin detaylarından sorumlu lagerfuhrer olam Bay Koltz’u ( O da bir Yahudiydi ) izlerdi. 250-500 kişilik gruplar halinde çalışmaya giderdik. Bazıları , taş kırmaya birlikleri, steinbrochen’a, bazıları yolları kardan ve taşlardan temizleyen , strassenbau’na , geri kalanlar da demiryolunda çalışacak  birliğine Eisenbahn’a katılırdı. Hangi grupta olduğum hiç farketmiyordu, herkes çalışma alanına gitmek için 10 – 12 kilometre yolu yürümek zorundaydı. Çoğu zaman da ağır aletleri beraberimizde taşımak zorundaydık. Hava koşulları ne olursa olsun yürümemiz şarttı ve Almanlar’ın sürekli Schnell! Schnell!", “ Çabuk! Cabuk!” diye bağırmalarını işitiyorduk. Herşeyi çarçabuk yapmamızı istiyorlardı böylece düşünmeye zamanımız olmayacak, bir an bile dinlenemiyecektik.

2 ay sonra işim değiştirildi ve ben taş işlerine gönderildim. Bana taşları kırıp, yolları düzeltmem için çekiç verdiler. Bugün, Avrupa’da , Amerika’da ve daha birçok ülkede bu gibi işler makinalarla yapılır. Fakat orada, Berlin- Kiev yokunda, tıpkı Mısır’daki atalarımız gibi , Yahudi işgücü imparatorluk için tuğlaları üretiyordu.

Haftanın 7 günü sabah 8’den akşam 7’ye kadar çalıyorduk.Bir tek pazar günü 1’e kadar çalışıyorduk , bu saatten sonra da herkes yığılıp uyuyordu.

Bu şartları düşündükçe, kurtuluşumuzu bir mucize olarak görüyorum. Birçoğumuz kurtulamadı zaten. Yolda çalışırken, taş kırarken, kampın içinde ayakta dururken, o kadar kişi dövülmekten ölmüştü ki, benim barakamdan 10-15 kişi her sabah ölenler için Kadiş okumak için gerekenden daha erken kalkarlardı. 

Yollarda çalışan sadece Yahudiler değildi. Tüm Yahudiler’in üzerinde sarı kare bir kumaş parçası olduğundan onları diğerlerinden ayırmak kolaydı. Sivil suçları olan Polonyalı veya Ukraynalılır ise kırmızı kumaş parçası takıyorlardı. Yerel halk, hapishane gibi , bu kamplara cezaya gönderilebilirlerdi. Birkaç ay çalıştırılıp serbest kalırlardı ve Yahudiler’den farklı muamele görmezlerdi. Aynı şatlarda uyurlar, aynı pis yemeği yerler ve aynı zor işlerde çalıştırılırlardı. Fakat birçoğu zaten tarımla uğraştığından, bu zor koşullara daha dayanıklıydılar ve bizlerden çok daha kolayca atlatıyorlardı. Yahudiler’in dezavantajı, fiziksel işlere hiç alışık olmamamızdı.. Fakat tecrübeden kaybettiklerrimizi, ruhumuzla kazanıyorduk.

3 ay sonra, birçok Rus ve Ukraynalı çok az yemekten harap olup olürken, Yahudiler, bu çalışma şartlarına kısa zamanda alışabileceklerini ve dayanabileceklerini kanıtlamışlardı.

Hiçbir nedeni olmadan, tamamiyle şansa, SS askerlerinden veya Ukraymalı polislerlen biri, herhangi bir Yahudi’yi seçip, ölene kadar dövüyordu. Özellikle Janek adında bir Plonyalı vahşiydi. Zayıf bir Yahudi’yi döverken, hazdan gözleri parlardı. Hayatında hiç bu kadar eğlenmemiş bir sadistti o.

Çekiçle taşları kırarken, göz ucuyla onu izle ve bir insanın nasıl bu kadar kötü davranacak kadar ruhsuz olabileceğini düşünürdüm. Başımızdaki Almanlar ve Ukraynalılar, sanki bizim kırdığımız taşlar gibi acı hissetmediğimizi düşünüyorlardı. Bizim, onların ihtiyaç ve arzularını tatmin etmemiz için   varolduğumzuu düşünüyorlardı. Hayatlarımız ,onların gaddar amaçları için kulandıkları aşyalar gibiydi. Köpeklerine bile daha sevgi dolu ve özenle davranıyorlardı. 

Bir süre sonra, Berlin-Kiev trenyoluna çalışmaya gönderildim. İnanılmaz ağırlıktaki tren yollarını ellerimizle yerleştirmek zorundaydık. Almanlar, bütün gün içinde sadece yarım saat dinlenmemize izin vermişlerdi. Burada da, askerler, Yahudi kanı dökmek için fırsat arıyorlardı. Kendi elleriyle bizleri dövmekten büyük zevk alıyorlardı. Bizlere direk olarak vurmak, silahla vurmaktan çok daha tatmin ediciydi onlar için.

Bir gün, Kopychince’den arkadaşım Zigale Freisinger ,Ukraynalı polis ondan çok ağır bir demiryolu parçasını kaldırmasını emrettiği zaman yolda çalışma içindeydi. Zigale , daha henüz bir oğlandı ve çok zayıf ve yorgun düşmüştü. Geleceği hakkında çok iyi düşünemeyerek  ve savaştan nasıl sağ kurtulayacağımı bilemeyerek , Ukraynalı polise: “Ben yapamam” dedi.

Polis, ona bir odun parçasıyla vurarak, emrini tekrar etti. “ Kaldır onu!” Zigale ona bağırdı: “Bana vurmamalısın. Ruslar geliyor ve yakında çok üzüleceksin!” Etraftaki herkes korkudan ürpermişti. Hepimiz, Rus cephesinde olanları getoda duymuştuk: Ruslar ilerliyordu. Fakat bu haberi düşmanından saklayacağı herşeyi olan  Ukraynalı bir polisin yüzüne söylemek çok da akıllıca birşey değildi.

Ukraynalı, yüzü sinirden kızarmış bir biçimde kürekle Zigale’ye vurmaya başladı, ta ki Zigale’nin vucudu yerde cansız yığılana kadar.O sadece hepimizin içindeki umut meşalesini  kurtuluş ve özgürlük umudunu sözlere geçirdiği için., ölmüştü.

Büyük bir Alman yapı firmas I olan Otto Heil’in ana merkezi Kamionka şehrinde bulunuyordu. Firma, çok kritik önemli yol bağlantılarını inşa ederek, savaşa önemli katkılarda bulunuyordu. SS, de Otto Heil firmasını, bedava esir yani Yahudi işgücü sağlayarak destekliyordu. Savaşta daha fazla kazanç elde etmek için Polonya topraklarında yatırımlarını sürdüren tek büyük Alman şirketi Otto Heil değildi. I.G. Farben , Auschwitz kompleksini bir parçası olan Monowitz’de büyük bir kimya fabrikasına sahipti.İtalyan yazar ve kimyager Priimo Levi, bu fabrikada , toplama kampı esiri olarak çalıştırıldığı günleri hakkında bir kitap yazmıştır. Yerel Polonyaylılar gibi bazı Almanlar ve Ukraynanılar da bu fabrikada çalışıyorlardı. Hiçkimsenin bu ölüm kampları ve esir olarak kullanılan Yahudiler’den haberi olmadığı söylendiği zaman, fabrikalara sahip bu büyük firmaların bu işgücünü kullandığını ve işçilerinin çoğunun İskelet halindeki ölen Yahudiler’den oluştuğu hatırlanmalıdır.

Kampa ilk geldiğim zaman, en alt katta uyumak zorunda kalmıştım. Uzun süre kampta kalınca, birçok insan da zaman içinde ölünce, yatmak için üst katlarda yer açılıyordu. Alt katların dezavantajı, üstte yatan insanların tozları ve pisliklerinin aradaki çatlarlardan aşağıda yatanların yüzüne akmasıydı. Fakat avantajlarından biri de, aslında tek avantajı, yere yakın olması ve yere hafifçe çakılmış bir döşeme tahtasının altında ufak tefek eşyalarımzı saklayabileceğimiz bir deliğin oluşmuş olmasıydı. Bana hala paket gönderilebildiği günlerde, babam bana tahtadan bir kutu yollamıştı, ben de onu bu deliğe saklamıştım. Bundan sonra evden bana gönderilen her şeyi, azıcık ekmeğimi, ayakkabımı ve pantolonumu bu deliğe koyduğum  kutuya saklamıştım. Ve bunu yapan sadece ben değildim. Birkaçımız, tahta döşemenin altındaki bu deliği ,değerli eşyalarımızı korumak için kullanıyorduk. Ortalıkta kalan veya askıda asılı olan herhangi bir eşyanın çalınması kaçınılmazdı. Bizimkisi umutsuz bir durumdu . Daha önce hiçbir suç işlemeyi düşümeyen insanlar, burada akıllarından bile geçmeyecek hareketler yapıyorlardı. Çünkü  başka bir pantolon, belki de soğuktan donmamak ve yaşamaya devam etmenin tek yolu olabilirdi. , ufak bir parça ekmek ise belki de açlıktan ölmeyi önleyebilirdi…

Bayramlardan hemen sonra, Ekim’de bir öğlen, çalışmadan sonra barakaya dönmüştüm. Önceden gizli göz olarak kullandığım tahta parçası sıkıca çivilenmişti. Eşyalarımın alınmasından çok , kutunun içinde adımızın yazmasından endişelenmiş ve belki de bizi bu yüzden  bulabileceklerini farkedip korkuya kapılmıştım. Orayı kullanan başka bir adam da, benim gibi başına neler geleceğini  merak diyordu. Böyle bir suçun ölümle cezalandırılacağını biliyorduk . Yapabileceğimiz tek şey muhafızların , kişisel eşyaların saklanmasının ne kadar büyük bir suç olduğunu diğrlerine hatırlatmak için bizleri, herkesin gözü önünde   vurmalarını beklemekti. Bu bekleyiş sırasında  ne kadar gerildiğimi söylememe gerek yok. Ertesi gün ,barakalara gittiğimde, yaşlı bir adam yanıma geldi. Çok zayıf olduğundan artık dışarda çalışmıyor, öldürüleceği günü bekliyordu. Bu arada, tuvaletleri temizlemeyle görevlendirilmişti.

“ Ana ofise bunu rapor etmen lazım”. dedi

İşte bu kadardı. En kötüsüne hazırlanmıştım ve ölüm de beni selamlamaya gelmişti.

 Ana ofise ulaştığım zaman, benimle birlike gizli bölmeyi kullanan başka birinin , Chorostkow şohetinin oğlu olan Abba ‘nın da eşyalarını geri istediğini gördüm. Almanlar’a onları neden sakladığını açıklamaya çalışıyordu. . Fakat konuşmaya başladığı zaman, ona vurdular. Ne kadar konuşmaya çalıştıysa, o kadar dayak yiyordu.Onlar, hiçbir açıklamayla ilgilenmiyorlardı, hatta çabaları yüzünden Abba’dan daha da nefret etmeye başlamışlardı. Ona insanlığını hatırlatmak istmediklerinden, hemen onu susuturdular. Vurup yere yığdıktan sonra, tekrar kaldırıp tekrar vurmaya devam ettiler. Artık daha fazla kımıldamayacak hale gelince , karın üstü yatırıp sırtına 25 kez kırbaçladılar. Kırbaçlayan kişilerin içinde Zuckerman adında Yahudi bir kapo da vardı. Herzman 1. Dünya Savaşı’ndan kalma üniformasını giyen Zuckerman, Yahudiler’e karşı zaman zaman gaddar, zaman zaman da düşünceli olabiliyordu.

Sıra bana geldiği zaman, açıklamaların hiç bir işe yaramayacağını, aksine işleri daha da berbat ediceğinin farkındaydım. Bu yüzden, sorulanları cevaplamaktan başka hiç bir şey yapmadım.

“Sen Shmerko Halpern mısın? “ diye sordular.

“ Evet benim adım Shmerko Halpern”

“ Bu senin kutun mu?”

“ Evet benim kutum “

“ Yere yat!” dediler

Karın üstü yere yatınca, bana ağır bir odun parçasıyla vurmaya başladılar. Bağırmak yerine acıyı ,sessizce içime atmaya çalıştım. Her bir darbe o kadar acı veriyordu  ki bayılacağımı hissettim. Yaşayacağımı hiç zannetmiyordum. Almanlar benimle işlerini bitirince, sırtım, deri bir ayakkabı gibi simsiyah morarmışltı. Tüm damarlarım paramparça olmuştu. Herkes şoktan şaşkındı. Zar zor yürüyordum ve tabii ki oturamıyordum. Sonra, bana ölüm cezasıyla eş birşey yaptılar. Almanlar, benim çalışmak için çok hasta olduğumu söylediler. Kamptaki herkes, çalışamayanların öldürüleceğini bilirdi.

Fakat, benim barakamdan iki kişi, başımızdakilere benim hala çalışabileceğime dair güvence verdi. Her iki yanımdan beni gizlice ayakta tutmaya çalışarak, bir yandan da Almanlar’ın görmemsine dikkat ederek , 8 kilometre ötedeki tren yoluna yürümem için bana yardım ettiler. Dayanılmaz bir acı içindeydim  .Yol boyunca ,sonuna kadar dayanamayacağımı , birdenbire yere yığılacağımı ve o anda da boğazıma sıkılacak bir kurşunla acılarıma son verileceğini düşünüyordum. Arkadaşlarımdan Itshak Goldfliess, düşmeme izin vermedi. Onlar, bana bir şans daha vermeye kararlıydılar. Bana bu kadar sahip çıktıkları için çok şanslıyım, yoksa o zaman benim işim bitecekti.

O gün şansım o kadar iyi gitti ki, başımızda duran Almanlar iyi çalışltığımı düşündüler. Genç ve güçlü olmamı beğendiler. Almanlar, tüm kalleşlikleriyle, bu cehennem koşullarında bile çalışkanlığa saygı duymaya devam ediyorlardı. Çalışkanlık sergiliyenler bazen kampta daha iyi muamele görüyordu. Daha iyi muamele, o gün olduğu gibi, yaşamla ölüm arasındaki sınırı da belirleyebilirdi.

Zorlukla yürüyebildiğimi ve zorlukla dik durabildiğimi gören bir Alman yanıma gelip ne olduğunu sordu. Ona tüm hikayeyi, tahtaların altına sakladığım küçük eşyaları, kalın odunla nasıl dövüldüğümü anlattım. Siyahlaşmış sırtımı göstermek için durakladım. Mmucizevi biçimde benimle ilgilendi. Herkes, demiryolunda çalışırken, benim yere oturup dinlenmeme izin verdi. “Dinlen, bugün çalışmayacaksın .” demişti.

Birkaç gün sonra, kamptaki esirlere bakan Yahudi bir doktora siyah sırtımı göstermeye gittim. Kampta hasta olan herkes gibi, ben de enfeksiyon veya kangren olasılığından endişe ediyordum.

Doktor, sırtımı inceledikten sonra şöyle dedi: “ Bak, bugün sırtın siyah, yarın mavi olacak , sonra da kırmızıya dönüşecek. Allah’a şükür hayatta kaldın. Birkaç gün içinde daha iyi yürüyebileceksin.”

Çok haklıydı. Biraz zaman almıştı fakar derim siyahtan maviye , sonra da kırmızıya döndü. Her renk değişiminde daha iyi yürüyebiliyordum ve sonunda iki ay sonra tamamiyle iyileşmiştim. Çok ama çok şanşlıydım.

Kurtulabilen herkes, şanslı olduğunu biliyordu. Kimse, rastgele atılan bir kurşunun ne zaman haytını sona erdireceğini bilemiyordu. Haziranda bir pazar öğleni , çalışmadığımız tek öğlen,  kişisel kullanım için suyumuzun olmadığı aylardan sonra,  dışarıdaki yeni takılmış  duşlarda duş alıyordum . Bu yıkanmamız için verilen tek fırsattı ve çok yorgun olmayan herkes bunu değerlendirmek istiyordu. O pazar öğleni, birçoğumuz dışarıda çıplak olarak, temiz suyun vucudumuza dökülmesi için  bekliyorduk . O sırada SS Scharffuhrer, kız arkadaşıyla yanımıza geldi. Orada durup bizi seyretmeye ve gülüp kahkahalar atmaya başladılar. Bir kadının önünde çırılçıplak durmaktan utanmıştık ve sarhoş olduklarını bildiğimiz halde bize bu şekilde gülmelerine  ve bizi aşağılamalarına sinirlenmiştik. İş bununla da kalmadı. Birdenbire Miller, silahını çıkarttı ve benim birkaç metre yanımda duran adamı oracıkta vurdu. Hiç bir neden olmadan, silahı doğrultup tetiği çekmişti. Tıpkı ormana gidip de sadece gücünü kanıtlamaya çalışmak için hayvanları öldüren  bir avcıya benziyordu. Miller, Yahudiler’in üstündeki gücünü göstererek kızarkadaşını etkilemeye çalışıyordu.. Bu hareketi karşısında aklımı yitirmiştim sanki. Bir adamın nasıl zapzayıf zavallı birini nedensizce vurup, toprağa yığılmasını setrettiğini anlayamıyordum. Küller küllere, tozlar tozlara karışıyordu. Allah’ım bu insanlar kötülüklerini nasıl bu kadar açıkca ortaya koyabiliyorlar? Miller ve kız arkadaşı, surat ifadelerimizi gördükleri vakit daha da gülmeye başlamışlardı. Sonra arabalarına girip pazar öğleninin geri kalanını eğlenerek geçirmek için uzaklaştılar. Bu Almanlar , hayatlarımızın ,onlar için ne kadar değersiz olduğunu her fursatta bizlere hatırlatmayı asla unutmuyorlardı. 

Revirdeki birçok  insan, tifüsten ölüyor, diğerleri ise, bacaklarındaki kangren ortaya çıktığı zaman vuruluyordu. Bir gün, 17 kişi ,kangrenli olduklarından dışarı çıkartılıp katledildiler. Aralarından bazıları benim arkadaşlarımdı, mesela Freyke Gurtman. Aylar boyu, birbirimize yardımcı olmuştuk. Onlar, nereye gittklerini ve başlarına nelerin geleceğinin farkındaydıar.

“ Eğer kurtulursan, bunları hatırla ve berşeyi insanlara anlat” demişti bir adam, kapıdan çıkarken. Bir diğeri ise: “Bu şeytanların bizim insanlarımıza neler yaptılarını bütün dünyaya anlat” demişti.

Aslında, hiçkimsenin buradan kurtulamayacağını düşündüğüm zamanlar oluyordu. Hitler ve adamlaro, sağcıyı, solcuyu; genç, yaşlı, çocuk, herkesi öldürüyordu. Yine de , o adamların hayatlarına ihanet etmeyeceğime, ölenlerin hayatlarına adanan  Kiduş Haşem ( Allah’ın adının kutsanması), söyleyeceğime söz verdim. Allah’a , bana Almanlar’ın bizlere ne yaptıklarını anlatabilme fırsatını  vermesi için yalvardım.

Kangren oldukları için öldürülenler arasında Chorostkow’dan Freyke Gurtman ve Dr. Bloch da bulunuyordu. O doktora hayran olmuştum ve öldürülmek için dışarı çıkarken onu gördüğümde acı içinde kıvrandım. Almanlar, kangrenli bir Yahudi’yi öldürmenin, vucudun hasta bölümünü almaktan çok daha etkin olduğunu düşünüyorlardı. Dr. Bloch, ölüme giderken, Almanlar’a hikayesini anlatmaya karar verdi ve nazik Almancası ile şunları söyledi: 

“Ben , Viyana’dan bir felsefe profesörüydüm. 1. Dünya savaşı sırasında Kaiser Franz Josef’in ordusunda görevliydim. Hapsburg imparatorluğunun fedakar bir savunucusuydum.” Viyana2da yahudi- Hristiyan, zengin-fakir birçok insana yardım ettim. “

Sonra, biraz durakladı. Onu zaten öldüreceklerdi  ve kaybedecek hiçbirşeyi yoktu.

“ Savaşı kazanacağınıza gerçekten inanıyor musunuz ? Benim gibi zavallı bir Yahudi’yi vurarak savaşın galibi olacağınızı mı düşünüyorsunuz? Peki, size  söyliyeyim ki böyle davranarak savaşı kazanamayacaksınız. Siz, savaşı böylece kaybetmeyeceksizin de çünkü zaten kaybettiniz bile!”

Bir an hepimiz çalışmayı bıraktık ve Almanca bilenler, onun cesur sözlerini dinlediler. Bu konuşmanın SS’leri sinirlendireceğini biyorduk, gerçek onları kızdıracaktı. Bir çok Alman’ın , SS’e yazılma sebebi  , kendilerinin ülkelerine bağlı ,iyi bir Alman olduğunu kanıtlamaktı . Bu kişilerin  zamanla Hitler’in doktrinlerini benimsediklerini düşünürdüm. Bazıları ise, SS’I doğu cephesinde savaşmaktan kurtulmanın, böylece savaştan sağ çıkmanın  bir yolu olarak görüyordu. Katlanamadıkları tek şey Almanya’nın savaştaki başarısızlığını duymaktı. Dr. Bloch, hızlı dedikodular arasında, Macar görevlileden dışardaki durumu öğrendiğimzi SS’ler e göstermişti. 

“ Stalingard’ta geri püskürtüldünüz. Herkes gibi, Hitler de savaşın bittiğini ve Almanya’nın kaybettiğini biliyor. Napolyon gibi, çok fazla ileri gittiğiniz için kaybettiniz. Ruslar’I , Rusya’da yenmeye çalışytınız. Kendi topraklarında onları yenmek imkansızdı. Onlar, gücünüzü fena kırdılar ve şimdi herşey zamana kalmış durumda. Ruslar ilerliyor. Doğu cephesinde ilerleyen Ruslar ve batıdaki Amerika ve İngiltere arasında, Almanlar’ın teslim olması fazla zaman almayacak . Bizleri istediğiniz kadar öldürün fakat bu savaşı kazanmanıza yardım etmeyecek ! Savaş bitti. “

Sonra, askerler onu sürükleyip silahı başına dayadılar. Aralarından biri tetiği çekerken, kafamı başka tarafa çevirdim.

Bu olaydan bir süre sonra, 1942’de sukot zamanı , Almanlar’ın yeniden Chorostkow’a girdiklerini öğrendik. Bir ‘Aktion’, harekat  planlamışlar ve hemen ,sokaklardaki 100 Yaudi’yi öldürmüşlerdi. Sonradan , şehirdeki Yahudi nufusunun yarısını oluşturan 1000 kadar Yahudi’yi de ele geçirip, bize yaptıkları gibi sığır vagonlarına soktular. SS’lerin amacı , Chorostkow’u Judenrein yapmak , yani Yahudiler’den arınmış bir şehir haline getirmekti. Kurtulmayı başarabilenler, kanalizasyon boruklarına, çatı aralarına saklanabilen kişilerdi. Kardeşimin ve annemin de aralarında bulunduğu kurtulanlar , sonradan başka getolara gitmeleri için Chorostkow’dan kovulmuşlardı. Neredeyse hepsi, Trembowla’daki getoya gitti. 

‘Küçük’ çalışma kamplarının, ölüm kapları kadar kötü bir ünü yoktu fakat en az onlar kadar ölümcül olabiliyorlardı. Kamionka çalışma kampında bulunan 16,000 esirden , savaş sonunda sadece 36’sı hayatta kalmayı başarabilmişti.

Kamıonka Çalışma Kampının Boşaltılması  Hakkında bir Anı

İki kampta bulunan 5,000 Yahudi’den sadece 300’ü kaçabilmiş ve bunlardan da sadece 36’sı savaştan sağ çıkmayı başarabilmişti. Geri kalanlar ,Almanlar ve Ukraynalılar tarafından öldürüldüler. Kamionka’da kaçmayı seçen herkes bizim yaptığımızı  yapabilirdi. Hepimiz uyarılmıştık ve hepimize tellerde nerede delik olduğu söylenmişti. Tabii ki , bir oğumuz çok zayıf , hasta ve yaşlı olduğundan ya telleri aşamazdı , ya da aşsa bile, dışarıda yaşayamazdı. Tellerin arkası özgürlük demek olabilirdi ama güvenli denilmesi imkansızdı.

Almanlar ve yandaşları hala heryerdeydiler ve Ukraynalılar , Yahudiler’I öldürmeye devam ediyorlardı. Dışardaki hayat , sürekli yakalanma korkusuyla yaşanacak bir kaçma ve saklanma savaşı anlamına geliyordu. Bazıları çok korkuyordu. Kampta kalmaya karar verenler dua etmeye başladılar. Ve ben tellerin altından geçerken , onların İbranice dualarını duyabiliyordum .  

Kamptan 25 kilometre uzaktaki, Yahudiler’in yaklaşan Rus ordusunu destekleyen partizanlara katılıldığı  bölgede  olan olaylardan sonra , Almanlar düşmanlarına daha fazla asker vermemekte kararlıydılar. Almanlar, Partizanlardan , savaş gücleri, daha önemlisi gazapları  nedeniyle korkuyordu .Almanlar, ayrıca tüm tanıkları da yokederek, yaptıklarına ait tüm kanıtları da ortadan kaldırmayı planlamışlardı.  

Kamptan sadece 200 yard uzakta olduğumdan, orada neler olup bittiğini duyabiliyordum. Almanlar hemen insanları silahlarla vurmaya başlamışlardı. Herkese pireli barakalarından çıkmalarını emrediyorlardı ve insanlar dışarı adım attılkarı anda öldürülüyorlardı. Neler olup bittiğini görebilemk için ayağa kalkmak istedim. Bir yandan da kaçmak istiyordum. Hareket edersem , mısırların oynadığını görebilirlerdi , bu da benim sonum demek olurdu. Tarlalarda saklanan bazı kişiler  ayağa kalktıkları anda vuruldular. Etraftan gelen haykırışları duyabiliyordum. Uzun mısırların yanında olabildiğince sessiz duruyor, olabildiğince yavaş biçimde ilerlemeye çalışıyordum. Bütün gün boyunca, Allah’a beni kurtarması ve benim gibi kaçmış olan Arie’yi koruması için yalvardım. O da herhalde benim gibi, yakınlarda bir yerde yatıyor ve ‘Aktion’un bitmesini bekliyordu. Almanlar’ın insanlara nerede duracaklarını emreden sert seslerini duyuyordum. Bazılarını tanıdım bile. Silah sesleri duydum. Koltz, o gün öldürülmemişti fakat ‘aktion’dan sadece birkaç hafta sonra öldürüleceği Tornopol’a gönderilmişti.

Grup grup binlerce Yahudi, o yaz gününde  Kamionka kampında katledildiler. Çığlıklara rağmen silah sesleri arasından arkadaki ince keman sesini ve güzel bir Alman şarkısı söyleyen kadını duyabiliyordum. Kamionka’da hapsedilen kadınların bazıları çok iyi keman çalar ve güzel şarkı söylerlerdi ve aralarında özellikle çok yetenekli biri vardı. Rebel, onun çalışını ve şarkı söylemesini çok severdi hatta kendisine gösteri yaptığı zaman  ona fazla yemek verdiği bile olurdu. Aktion boyunca, hauptsturmfuhrer, ona keman çalıp şarkı söylemesini emretmişti. Bu ‘üstün ırk’ sadizmin sanatını doruklara ulaştırmıştı. Bu kadına, kendi insanları gözleri önünde katledilirken şarkı söyleterek işkence ediyorlardı. Ve sonradan, bütün katliam bitmeden, Rebel onu da öldürtmüştü.

Almanlar ve Ukraynalılar, tüm ölüleri, kamptaki bir çukurda topladılar ve hepsini ateşe verdiler. Alevin sıcaklığını hissedebiliyordum. Yanan etlerin kokusunu duyabiliyordum. Gözyaşları kontrolsüzce akmaya başladı. Benim zavallı Mamalem. Benim zavallı Tayelem! Mezarsız yanmış cesetler… Gözyaşlarınmı durdutmaya çalışmadım bile. Gözyaşlarıma rağmen, belki de onlar yüzünden , kendi kendime Kadiş ‘I mırıldanmaya başladım . 

Silah sesleri dindikten sonra, Almanlar’ın kendi adamlarına yıkanıp, yemek yemelerini  ve erkenden dinlenmeleri gerektiğini söylediklerini işittim. Yarın da bütün gün çalışacaklardı fakat şimdi yapacak işleri kalmamıştı.

10 temmuz 1943’te , ( Zayın b’Tammuz) , Kamionka tamamiyle boşaltıldı. Almanlar’ın katliamı bitirmelerini bekledim. Sonra biraz daha beklemeye devam ettim. Güneş batıp da yıldızlar gökyüzünü doldurunca, Almanlar’ın havlamaları ve botlarının sert sesi kesildi . Mısır tarlasını terketmeye karar verdim. Kan, kurşun ve ölü vucut kokularını tüttüğü bu yerden kaçmaya zorladım kendimi.

Almanları’ın vahşi köpekleriyle birlikte, Aktion’dan önce kaçmış insanları , kampın çevresinde aramalarından korkuyordum. Belki de kaçanları vurabilmek için tarlalara doğru   gelişigüzel atışlarda bulunacaklarıdı. Gece 10 gibi, yavaşça ayağa kalktım, 24 saattir aynı şekilde yatmaktan hertarafım tutulmuştu. Çevremde bu kadar cinayet sürüp g,derken Allah’a şükür iyidim. Sağlam olduğuma emin olmaya  mantıksızca bir ihtiyacım vardı.  İnanmıyordum : Gerçekten o katliamdan sağ olarak kaçabilmiş miydim ? Barakaları paylaşyığım yüzlerce kişi, kampta gördüğüm binlercesi , hepsi öldürülmüş müydü ?

Mısır tarlasında yavaş yavaş , dikkatlice ilerledim. 15 dakikalık korku dolu ilerleyişten sonra, Sopun ailesinin çiftliği çıktı karşıma. Onlar Ukraynalı bir aileydi ve Kamionka’dan kaçmış bir Yahudi olarak beni nasıl karşılayacaklarını bilmiyordum. Açlık ve susuzluğuma rağmen, mısır ve yulafın depolandığı ahıra sızdım ve biraz dinlenmek için uzandım. Katlandığın korkunç 24 saat sonunda, anında uykuya dalmıştım. Derin bir uyku değildi ve pazar sabahı evin kadını ahıra girer girmez  uyandım. Kendimi tanıtmaya ve biraz yiyecek istemeye karar verdim.

Ahırda yavaşça ayağa kalktım . Beni görünce korktu. Hiçbirşeyden korkmasına gerek olmadığını söyleyip ona zarar vermeye niyetim olmadığını belittim. Her yerel kişi gibi, kaçan Yaudiler’in kendilerinden öc alıp almayacaklarından emin değildi. Ne de olsa, inanılmaz acı çekiyorduk. Eminim ki , en azından Yahudi olmayanların yarısı, kendilerinin mallarına ve hayatlarına meydan okuyacağımızı düşünüyordu. Tabii ki böyle birşey yapmadım. Ben yaşamakla ilgileniyordum, öc almayla değil, zaten doğamda vahşilik yoktu.

Kamionka’daki Yahudiler’in başına gelenler hakkında ne biliyorsa anlatmasını istedim. Herkesin vurulup sonra da yakıldığını duymuştu. Cesetlere gaz dökülmüş, ateşin devam etmesi için de üstlerine araba lastikleri konulmuştu. Ateş, saatlerce yanmış, koku ve küller tüm çevreye yayılmıştı. Bazı yerli çiftçiler, yanmış cesetleri gömmek için görevlendirilmişlerdi. Sonra kadın bana evinde duramayacağımı söyledi. Kamionka’dan kaçan bir doktoru Ukraynalı bir komşusunun saklamayı kabul ettiğini söyledi. Bunu bir şekilde öğrenen Alamnlar eve geldiklerinde, sadece doktoru değil, Ukraynalı adamı , ailesiyle birlikte öldürmüşlerdi.

“ Seni saklamktan çok orkuyorum “ dedi.

Ahırdan evinin içine koştu , biraz ekmek ve bir şişe sütle geri döndü. “ Bunları al ve lüfen git. Öldürülmekten o kadar korkuyorum ki…”

Sütle ekmeği alıp kadına teşekkür ettim. Bir Yahudi’yi saklayarak kendisini ve ailesini tehlikeye atacak hiçkimseyi sertçe yargılamazdım. O riski göze alabilenler azizdiler, alamayanlar ise sadece insandılar…

Yolculuğumun ikinci ve üçüncü gecesinde , yin bir Ukraynalı’nın çitliğine yaklaştım. Mutfak kapısına yavaşça vurarak, evin kadınını bekledim.

Kampta ailemin gönderdiği paketin içinden çıkan ve hep yanımda sakladığım bir kaç zlotiyi önererek “ Bana bir parça ekmek satabilir miydiniz? “ diye soracaktım ona .

Her iki yerde de , kadın , paramı almayı reddetti, aslında öneriyi hiç düşünmemişlerdi bile. Kadınlar süt ve ekmeği bana vermişlerdi. Köylüler, açlıkta ölen bir kişiye yardım etmek istiyorlardı ama işim işine daha fazla girmekten korkuyorlardı. Az konuşurlardı. Yahudi olup olmadığımı sormazardı. Nereden geldiğimi ve nereye gittiğimi öğrenmek istemezlerdi. Aslında zayıflığımdan, kıyafetlerimden ,kamptan kaçmış bir Yahudi olduğumu herkes farkedebilirdi, nerden olabilirim ki ? Fakat soru sormayarak bilmiyormuş gibi davranabilirlerdi. Tarlalara dönmek için arkamı döndüğümde kapıyı sertçe kapatırlardı. 13 Temmuz salı günü, tarlalarda ve ormanlarda üç gün ,çoğunlukla yağmur altında yürüdükten sonra , Gorniak çiftliğine ulaştım. Gece geç bir saatti. Evin yanındaki sebze bahçesini geçerek arka bahçe içinde yürüdüm.Yaz olduğundan, bahçe, domatesler, salatalıklar, patatesler gibi uzun zamandır görmediğim  leziz sebzelerle doluydu. Biraz daha yaklaşınca Jan Gorniak’I ayakta durup beni izlerken gördüm. Onu iyi tanırdım. Sadece kardeşim Avrum Hayim’in iyi bir arkadaşı olduğundan değil, savaştan önce birlikte iş yaptığımız için de iyi tanırdım onu. Babam, çoğunlukla, trenlere ,bizim dükkanımızdan buğday götürmeleri için Gorniaklar’I görevlendirirdi. Ayrıca, annesi Tatyana, annemle aynı okulda okumuşlardı. Aileler birbirlerini uzun zamandan beri tanıyorlardı.

Eve yavaşça yaklaştım. Jan beni gördü. Sanki “ konuşamam” dermiş gibi elini kaldırdı. Ahırı göstererek oraya gidip samanlığa yatmam gerektiğini işaret etti. Tüm şahit olduklarımı kafamdan geçirerek, durumdan biraz şüphelendim. Hiç kimseye güvenememek şaşılacak birşey değildi.

“ Hemen samanlığa gir “ dedi

Sözlerine uydum. Sesindeki endişeden emin ellerde olduğumu anlamıştım. Bulduğum ince bir merdivenle ,atların ve ineklerin tepesine çıktıktan sonra , kendimi taze ,güzel kokulu samanların içine gömdüm .16 aydır yumuşak birşeyin üstünde uyumuyordum. Açlığım hakkında veya beni ne kadar zaman tutacakları hakkında birşey düşünmek istemiyordum . Kuruydum ve derin bir uykuya dalmak üzereydim. Kendi lendime “ Ah, bu harika…”  dedim ve o sırada bir el kolumu kavradı. “ Aman Allah’ım ,bir tuzak!!  Jan’a güvenmemeliydim. Almanlar’a geri verileceğim , sonra da vurulacağım !” Gözlerimi açtığım sırada Şema Yisrael’I söylemeye başlıyordum.

“ Sen kimsin?” diye sordu bir ses. Çok karanlık olduğundan yüzünün sadece anahatlarını görebiliyordum .Ama ses ! Sesi o kadar iyi tanıyordum ki, sanki bir müzik dinliyordum.

“ Arie!” diye bağırdım, “ Benim, benim !”

“ Shmerele “ diye cevap verdi, çok sevdiğim kardeşimin sesi.

Kamionka’dan kaçtığımız an nerede buluşacağımızı hiç konuşmadığımız halde, her ikimiz de Chorostkow’a dönüp Gorniaklar’ın çiftliğine gelmiştik. Ona sıkıca saRıldım , sevinçten ve rahatlamadan ağlamaya başlamıştık.

“ Eğer Allah, bizi ayırdıysa, Kamionka’nın dayanılmaz şatlarında yaşamışsak ve şimdi de önceden amacımızı hiş tartışmadığımız  halde Gorniaklar’ın evinde yeniden buluşabilmişsek, İnşallah, savaşın sonuna kadar sağ kalabiliriz!”  dedim. Gözyaşlarımızı silip , rahat samanların üstüne yattık.

Tatyana Gorniak, ahıra geldi. Tatlı yüzünden gözyaşları süzülüyordu. Yanımıza oturup kouşmaya başladı:

“ Allah’a şükür , siz çocuklar buradasınız. Geçen gece annenizi rüyamda gördüm ve benden sizi kurtarmamı istedi. Ona kurtaracağıma söz verdim. Allah’a şükür geldiniz. Sözümü yerine getirebilmek için elimden gelen herşeyi yapacağım. "

Ancak o zaman Arie, çiftliğe ulaştığında Jan’ın kendisine neden  “Kardeşin nerede ?” diye sorduğunu anlamıştı. Arie, ikimizin de kamptaki Aktion’dan kaçtığını fakat şimdi nerede olduğumu bilmediğini söylemişti. Jan’ın o gece dışarda durmasını sebebi buydu: beni bekliyordu.

Tatyana biraz daha ağladı. Arie ve ben de gözyaşlarına boğulduk. Dünyanın çalışmalarını, bu kutsanmış evde nasıl biraraya geldiğimizi, annemin ruhunun Tatyana’nın ruhunu nasıl ziyeret edip dileğini söylediğini düşünüp dua ettik.

Gorniaklar’ın kapısına geldiğimde, eğer şansım varsa, bu iyi ailenin beni 1-2 gün saklamayı kabul edeceğini umuyordum. En kötüsü, bana ekmek verip , gitmemi söyleyecekleridi. Belki de kendilerinin ve çocukların geleceğini düşünüp bana yardımı tamamiyle reddedebilir , beni hemen kovabilirlerdi. Hollanda, Bleçika ve Fransa’da , Yahudi olmayanların evinde Yahudiler yakalanadıkları zaman ,Yahudiler vurulur, ev sahipleri ise dövülürmüş. Fakat Polonya’da kaçakları saklamanın cezası çok daha sertti. Yahudilerin yanında ,onları saklayanlar da öldürülür, ev veya çiftlikleri tamamen ateşe verilirdi. Bu cezayı gösteren yasa Polonya’da yürürlüğe girmişti çünkü, Almanlar Batı Avrupa insanlarını, ‘insan’ olarak görürken, Polonyalılar’I insanlıktan aşağı olarak , fareler olarak görürlerdi. Polonyalılar ‘ insanlık dışı ‘ Yahudiler’den sadece bir sınıf üstteydiler.  

Jan’ın karısı Josefa ve erkek kardeşi Michael bizleri kutlamaya geldiler. Tüm aile bizlere sarılıp öptü. 2.5 yıldan beri hayvan olarak çağırıldıktan ve Alamanlar’la Ukraynalılar tarafından zulüm gördükten sonra  Yahudi olmayan bu insanların şefkati çok dokunaklıydı. Bu basit hareketlerle Arie ve beni yeniden insanlığa çağırdılar, insan ırkına ait olduğumuzu bize hatırlattılar. Bize sarıldıkları zaman, meleklerin ailesinde olduğumzu sandım

Daha sonra, Arie, kaçtıkta sonra , tarlalar ve köylerde başına gelenleri anlatmaya başladı. İki gün önce, pazar günü, Welawcze köyünden geçiyormuş. Tarlalrda yürümeye bir süreliğine ara verip, köyün ana yolundan yürümeye başlamış. İlerde Ukraynalı polislerin konuştuğunu farketmiş. Eğer ilerlerse, kendisini hemen farkedeceklerini biliyormuş. O pis, zayıf ve çelimsiz hali, Yahudi olduğunu ve toplama kampından kaçtığını hemen ele verebilirmiş. Yakalanırsa, onu ya oracıkta öldürürler , ya da sevinçle Gestapo’ya geri teslim edebilirlerdi. Daha sonra da Auschwitz’e ya da başka bir ölüm kampına yollanmak işten bile değildi.

Arie, ne yapacağını bilemeyerek yolun ortasında durmuş. Sadece 200 metre uazkta durduğundan  geri dönüp kaçmaya pek niyeti yokmuş  yoksa hemen farkedilebilirmiş. Hatta polislerden bazıları onu görmüş bile.

Ne yapacağınıa karar vermeye çaşışrken, Ukraynalı bir papazın sokakta yürüdüğünü görmüş. Hemen papazın yanına yürüyüp, o günlerin geleneği olarak, eğilip elini öpmüş. Sonra da tam gözlerinin içine bakarak: “ Tremblowa!ya nasıl gidebilirim acaba ? ” diye sormuş.

Papaz, Arie’ye baktığı zaman Yahudi olduğunu hemen anlamış ve onun kokluna girmiş. İki adam kolkola, sokakta yürümeye başlamışlar ve polislerin yanından geçmişler. Şehri geçtikten sonra, Papaz, Arie’ye  “Allah’la beraber git ” demiş.

Yahudiler için savaş boyunca hayatlarını tehlikeye atan Ukraynalı ve Polonyalı insanlar da vardı. Annemin kuzenine, çok yakın oldukları halde ihanet eden komşusu gibi insanlar da vardı . Allah’a şükür Gorniaklar, vefalı insanlardı. Tıpkı papaz gibi, iki kardeşi ölümden kurtarmayı seçerek bir vicdani karar vermişlerdi.

Bir kez sabahın erken saatlerinde ,bir de akşam olmak üzere, günde iki kez Tatyana veya aile fertlerinden birisi, üstü kapalı bir şekilde ahıra, yiyacek getiriyordu. Yemeğin insanlar için olduğunu komşular anlamaın diye  görünüşlerini kötü bir hale getirmeye çalışıyorlardı . Domuzlar için yemek artıklarını götürdüklerini düşünmelerini istiyorlardı.

O zaman 14  yaşında olan Michael Gorniak da bizimle ahırda uyuyordu. Biz sürekli, eve dönmesi için ona ısrar ediyorduk.

Hergün ona: “ Lütfen git.  Evde rahat bir yatağın var. Orası ılık, çok sıcak değil veya burası gibi soğuk da değil. Senin yaşındaki bir oğlan için burası hiç hoş biryer olmasa gerek.Geri dön.”

Onu , Kamionka’da yattığımız yerlerle karşılaştırıldığında, ahırın cennet gibi olduğuna ikna etmeye çalşıştık. Fakat bir türlü ikna olmuyordu. Sözlerimize herzaman şu şekilde karşılık veriyordu: “Eğer siz burada uyuyabiliyorsaız, be de uyuabilirim”

Cepheyle ilgil haberleri merak ettiğinden,hergün  bir kişi hergün 8 kilometre uzaklıktaki şehre yürüyüp gazete alıyordu. Bazen hiç Polonya gazetesi olmazdı, sadece Alman gazeteleri bulunabilirdi. Aslında Alman gazetesi almak çok tehlikeliydi, çünkü Yahudiler dışında Polonuyalılar’ın Almanca’yı  fazla anlamdıklarını  herkes bilirdi. Yani Almanca bir gazete alan Polonyalı, hemen Yahudile’I saklamakla suçlanabilirdi. Ama Jan , bunlara aldırmadı. Olaylardan o kadar fazla haberdar olmamızı istiyordu ki, dayanamayıp Alman gazetelerini alıyordu. Arie ile ben  bunları saatlerce inceliyorduk. Ne söylendiğiyle değil de , daha çok neler olup bittiğiyle ilgileniyorduk.

Başka bir zaman, Alman hükümeti yeni bir kanun yayınlayıp, herkesin sahip olduğu 1 ar toprak başına , orduya bir çuval tahıl vermesi gerektiğini bildirdi. Fakat bir sorun vardı: Jan’ın yeterli tahulı yoktu. Ne yapacağını bilmiyordu.

“ Eğer yeterli miktarı veremezsek , buraya gelip arıyacaklardır. Bizi bulacaklar” dedim. “Komşularına gidip biraz ödünç alın ve hasat zamanı geri vereceğinizi söyleyin.”  Jan, komşulara gidip ödünç aldı fakat Almanlar’ın yine de kontrole geleceklerini , Allah’tan doğru zamanda , öğrenmiştik. O sabah, Arie ile ben Lubovich babanın ahırına kaçtık. O Ukraynalı bir papaz ve bir zamanlar birlikte çalıştığım , okul arkadaşınm Piotr’ın babasıydı. Papaz bizi görmedi fakat çuvallar dolusu tahlı nerede sakladığını biliyorduk . Çuvalların arasında Arie ile ben saatlerce oturduk. Tatyana ona ,bizi sakladıkları hakkında günah çıkardığından, kendisine güvenebiliyorduk.

“ Başka kimseye söyleme “ demişti papaz, “ ve eğer senin veya onların başı derde girerse, veya onlar için yeterli yiyeceğin kalmazsa, onları benim evime gönder”

Papazın dürüst bir insan ve Allah’tan korkan bir Hristiyan olduğunu biliyorduk. Böyle insanlar için Allah’a teşekkiür ederiz. Bu gibi insanlar ve bir avuç Polonyalı yaklaşık 3 milyon Yahudi’nin hayatını kurtarmışları. Karanlık bastıktan sonra , Almanlar’ın teftişlerini tamamladıklarını öğrenince , depodan çıkıp Gorniaklar’ın evine döndük.

Bazı Polonyalı ve Ukraynalı aileler, para için Yahudiler’I kurtarmışlardı. Bu iş tıpkı ticarete dönmüştü: Ne kadar para varsa, o kadar yiyecek …Fakat bizim Gorniaklar’la aramızdaki ilişki böyle değildi. Bizi karşılık beklemeden, sadece arkadaşlığmızdan ötürü saklıyorlardı. Gorniaklar, harika ve cesur insanlardı.

Ocak 1944’te , kurtuluşumuzdan yaklaşık 2 ay önce, bir grup Ukraynalı milliyetçi Gorniaklar’ın evine geldi ve hiç bir edeni olmadan, sadece aile Polonyalı olduğu için,Tatyana’nın kocasını, yarı sağır erkek kardeşini ve  Piotr Gornaik’I öldürdüler.  Ukraynalılar, kana susamış insanlardı. Alamn işgalinin başlangıcında, Ukraynalı insanlar, Almalar’a büyük yardımlarda bulumuş ,özellikle Yahudiler’in toplanmasına büyük katklar sağlamışlardı. Artık bölgede hiçbir Yahudi kalmamıştı. Ve bu adamlar, dikkatlerini, Yahudiler gibi nefret ettikleri Polonyalılar’a yönlendirmişlerdi. Gorniaklar’ın evini seçmişler ve nefretlerini kusmuşlardı. Gece, veba gibi üstümüze çöktü ve harika bir aile, iki erkeğini , Ukraynalılar yüzünden kaybetti.

Herzamanki gibi, ahırdaydık ve Ukraynalılar’ın bahçeye girdşklerini duymuştuk. Bizden haberdar olduklarını sanıp, öldürüceklerinden çok korktuk fakat düşündüğümüzün aksine, ahıra değil de eve girdiler. Ardından çığlıkları işittik ve Jan’ın babası , Piotr Gorniak’ın ve kayınpederinin  yalvaran sesini duyduk. Ve silahlar patladı.

Kendimi ne kadar kötü hissettiğimi anlatamam. Şimdi bile, o anın acısı içimdedir, çaresizlik ve nefret duygularını hala hissederim. Kendi ailemin öldürülüşünü duymak gibiydi. O an ahırdan çıkıp Ukraynalılar’I kendi ellerimle boğazlamak istemiştim. Bir tüfek alıp anları vurabilmeyi dilemiştim. Ama hiçbirşey yapamadım. Eğer, yaşamaya devam etmek istiyorsam, orada kalmalıydım. Orada sessizce oturarak, içerideki kasapların masum insanları katledişlerini dinlemek dünyanın en kötü duygusuydu.

Silahlardan sonra, Tatyana ahıra geldi. Ağlıyordu ve ona ne diyebileceğimi bilemedim. Ondan “ Yahudiler’I kurtarmaya, doğru birşey yapmaya çalışıyorum , fakat bizleri de öldürüyorlar” gibi birşey söylemesini bekliyordum. Bunun yerine, sevgiyle Arie’ye ve bana baktı ve şöyle dedi: “ Sizlere teşekkür ederim. Oğlum Michael hayatta! “ Sonra durdu: “ Eğer evin içinde olsaydı, onu da öldüreceklerdi. . Allah’a şükür ki siz buradasınız ve o sizlerle birlikte uyuyor.”

Jan da o akşam çiftlik işi için dışarda olmasaydı öldürülecekti.

Birkaç gün sonra, felaket yeniden geldi. Almanlar, kasabanın hertarafına bildiriler asıp, Yahudieri ele verecek insanları 5 kilo şekerle ödüllendirileceğini duyurdular. 4 Ocak’ta , Tatyana ellerini oğuşturup ağlayarak ahıra geldi. “ Ah, ah korkunç şeyler oldu! Anna Bartestka, şeker uğruna ihanet ettiği için 8 kişi öldürüldü…”

8 kişinin hepsi, çevrede saklanmakta olan ailemin parçalarıydılar. Sheindel teyze ve iki çocuğu, Herzele ve Pepa, kuzenim Moshele Wolfson ve iki çocuğu , Kuzenim Naftali Krautshtic ve iki çocuğu. Patates tarlalarında yaşıyorlardı. Oralarda, çiftçiler, depo olarak kullnaılmak üzere, dev çukurlar kazmışlardı. Tarlalar köyden uzak olduklarından, nispeten güvenliydiler. Kuzenim, bütün gününü tarlada geçirir, geceleri o depolarda uyurdu.

Haftada bir ya da iki kez, yerel çiftçiler, süt ve ekmek getirirlerdi . Ailem, kurtuluştan 2 ay öncesine kadar Polonyalı ve Ukraynalı çiftlik sahipleri sayesinde yaşamışlardı. Her hafta yemek getiren  Mrs. Balutcka, kuzenimin okul arkadaşıydı ve onu , çocuklalrını ,ailesinin diğer fertlerini kurtarmaya kendini adamış bir insandı. 8 insanın hepsi de Gestapo tarafından katledildi.

Bu olay karşısında şoka uğramıştık. Şeker ihitiyacı uğruna , 8 kişi hayatlarını kaybetmişlerdi. Şimdi etraftaki insannlara karşı daha dikkatli davranmamız gerekiyordu, zira Almanlar’ın şekerine ihtiyaç duyan başka birileri de her an çıkabilirdi.

Yakındaki Wigdorowka köyünde de 16 genç Yahudi oğlan saklanıyordu. Savaş yıllarının en zorlu kısımlarını atlatmayı başabilmişleri, fakat, tam Ruslar bölgeyi ele geçirmeden önce, 1944 yılında Gestapo’yla tanışmışlardı.

…Gazetede ,gelişen son olayları okumayı yeni bitirmiştik. Ruslar’ın hangi bölgeye kadar ilerlediklerini, sınırdaki cephelerin ne kadar batıya kaydığını öğrenmek istiyorduk. Jan’ın 3 yaşındaki kızının ahırdan gelen sesini duyduğumuz sırada gülüp birbirimizin sırtını sıvazlıyorduk.

“ Tato, Polis, Tato .polis! “

Küçük kız sadece 3 yaşındaydı fakat bir polisin gelmiş olmasıı iyiye işaret olmadığını biliyordu.

Jan, ahırın kapılarını kapatarak, ahırı düzeltebilmemiz için bir kaç dakika kazanmamızı sağladı. Arie ve ben iyice saklanınca Jan, kapıları açtı. Ukraynalı bir polis, kapıda duruyordu. Jan sanki , atlaran birini tımar ediyormuş gibi yaparak , arkadaşca polise “ Nasılsınız ? “ diye sordu.

Polis, ahıra girdi “ İyi İyi. Sen nasılsın Gornik? “ dedi.

“ Mükemmel. Bu mevsim , atım çok sağlıklı , ineklerimiz de çok iyi süt veriyor. Daha başka ne isteyebilirim ki? “ diyip  atını okşadı. “Haydi içeri gir. Biraz su iç bakalım “ Daha sonra polisi ahırdan çıkardı. Eve doğru ilerlerlerken , Jan karısına seslendi: “ Gidip, güzel bir öğle yemeği hazırla polis beye “ dedi.

“Tabii ki , gitmeden evimde güzelce yiyip içmeliyiz. “

Eve girdiler, Gorniak bir şişe votka açtı . Bir saat güzelce yiyip içtikten sonrai Jan, polisi 10 kilometre ötedeki başka bir köye götürdü. Jan, yoldayken , polisin başka bir zaman gelip ahırı kontrol etmemesini sağlamak için iyi arkadaş gibi görünmeye çalıştı.

O öğlen , hayatlarımızı Marsha’ya borçluyduk. Akıllılığı hayatımızı kurtarmıştı. Tatlılıkla, tüm masumiyetiyle sanki iyi bir dostun yaklaştığını haber vermek için babasını çağırmıştı, Fakat ‘polis’demesiyle, bizlere saklanacak zamanı yaratmış ve bugün de yaşamamızı sağlamıştı.

Neyazıkki, Marsha artık yaşamıyor. Allah’a şükür, şu an Polonya’ya her gittiğimde ziyeret ettiğim iki kızı var. Onlara yardım edebilme ayrıcalığına sahibim. Gorniaklar benim hayatımı kurtardılar. Bana, ailelerinin bir ferdiymişim gibi davrandılar. Bugüne kadar, tüm çocukları ve torunları beni ve Arie’yi ,amca, Glady ve Eva’yı ise teyze diye çağırırlar.       

Arie, ve ben savaştan sonra, herhangi akrabamızın veya arkadaşımızın savaştan sağ kurtulup kurtulmadığını öğrenmek için Chorostkow’a geri döndük. Bizim kasabamız sadece birkaç kilometre uzaklıktaydı. İki yıldan beri ilk kez, yollarda yürümek, diğerlerine selam vermek için özgürdük. Çevremizde iğrenç muhafızlar yoktu! Beklentilerle dolu olarak, çok iyi bildiğimiz yolu yürüdük. En sonunda, yıllarca süren korku, ölüm ve yıkımdan sonra , eve gitmek için özgürdük.