Yazdır

Babam, meleklere inanmazdı. Ruhani kavramlar ve metafizik olgularla hiç bir zaman ilgilenmezdi. Ama öldüğünde, çarşafla kapanmış bedeninin yanında dururken, bir melekler ordusunun babamın etrafını sarıp, ruhunu öbür dünyaya götürdükleri hissine öyle bir kapılmıştım ki... Ve, dindar kızı olarak, gelecek dünyadaki yerine özenmiştim...

Yahudiliğe göre, melekler, insanlar tarafından yaratılabilir. Her iyi düşünce, söz ya da davranış, kainatta olumlu bir güç yaratır ve buna da melek denir. Bu melekler sonsuzdur. Hayatımız boyunca etrafımızda dolanırlar, ölümden sonra bize eşlik ederler. Tersine de, her kötü düşünce, söz ya da davranış, kötü bir melek ya da şeytan yaratır. Onlar da bizim etrafımızda dolanır ve en sonunda, ilahi mahkemede bizi suçlarlar.

Bershler Cenaze işlerindeki o beyaz, buz gibi odayı dolduran sayısız meleğin yüzünü hatırlayabiliyorum. Babamın, o yağmurlu günlerde, bütün otobüs duraklarına yanaşıp, Camden'e gidecekleri arabasına aldığında, ortaya çıkan o aşkın boyutu hissederdim.

Ve o anda, soğuk bir kış gününü sonunda, babamla beraber eczaneden eve dönerken doğan kömür meleğinin de, yanımızda bulunduğunu hissettim. Babama, her gün, evlerinden çıkamayacak kadar hasta insanlara ulaştırması için reçeteler gelirdi. O gün hemen eve gitmem gerekiyordu, ancak babam sadece bir yere uğrayacağını söyledi. Artık neredeyse bir geto halini alan New Jersey'deki Camden'e gidip, orada harap bir evin önünde durup, eve girdi. On beş dakika sonra çıktığında, ben sabırsızlıktan sinirlenmiştim.

"Neden işin bu kadar uzun sürdü?" diye ona çıkıştım.

Kendini hiç bir zaman açıklamayan ama benim yaygaramı da dinlemek istemeyen babam, basitçe, "Ev buz gibiydi. Kadının hasta olmasına şaşmamalı. Ben de kömür şirketine telefon açıp biraz kömür istemeye karar verdim. Ancak telefon on dakikadır meşguldü." diye cevap verdi.

Babamın vücudunun çevresinde, küçük çiçek melekleri dolanıyordu. Yeni yıl, babamın işe gitmediği ender günlerden biriydi, ancak o, dinlenmek yerine, arabasının bagajını armağan olarak vereceği çiçeklerle doldururdu. Bu çiçeklerin çoğunu, dükkanının çevresinde yaşayan fakir,siyah Porto Rikolu kadınlara verirdi.

Erkek kardeşim Joe, lise çağındayken, çiçekleri evlere dağıtma görevini üstlenirdi. Genellikle eşlerini kaybetmiş ve bütün çocuklarıyla yapayalnız kalmış kadınlardan çoğu, Joe'ya, getirdiği çiçeklerin, yıl boyuca karşılaştıkları tek güzellik olduğunu söylerlerdi.

Bu kadınlar arasında, bir bakım evinde yaşayan hasta bir kadında vardı. Her yıl, Joe, çiçekleri onun odasına götürür, masasının üzerine yerleştirir ve " Yeni yılınız kutlu olsun" derdi. Teşekkür etmek için başını bile sallayamayan felçli kadın ise, gözleriyle Joe'yu takip ederdi. En sonunda, bir yılbaşı, Joe, bakımevindeki hemişirelere bu kadının kim olduğunu sordu. Hemişireler, onun, hasta olmadan önce, evlenme hazırlığında olan, iyi ve zengin bir ailenin kızı olduğunu anlattılar. Nişanlısı ondan ayrılmış, bütün para tedavi masrafları için harcanmış ve bir süre sonra da bütün aile onunla ilişkisini koparmıştı. Hemişireler, Joe'ya, yıl boyunca bu kadının aldığı tek şeyin, babamın gönderdiği çiçekler olduğunu söylediler.

Joe, üniversiteye gitmek için ayrıldığında, babam bütün çiçekleri kendisi götürmeye başladı. 1925'ten beri eczanesinde ayakta durmaktan oluşan varislerden ağrıyan bacakları ve aşırı kilosuyla hareket etmesi zor olan babam, yetmiş beş yaşında emekli olana kadar, bütün çiçekleri kendi elleriyle götürmeye devam etti.

Vefat odasının bir köşesi de kütüphane melekleriyle doluydu. Babam, emekli olduktan sonra, kütüphaneye başvurup, gecekondu bölgelerine kitap götürmeye gönüllü olmuştu. Bastonuna yaslanarak ve romatizmalı bacaklarının ağrısına dayanarak, o çaresiz insanların evlerine ulaşmak için uzun merdivenleri çıkmak zorunda kalırdı. Bu insanlar, belki babamdan çok daha gençti ama artık yataklarından çıkmaları için bir nedenleri kalmamıştı.

Babam, yabancının olmadığı bir dünyada yaşardı. Yanındaki insanla konuşmadan market sırasında durmaz, lokantada oturamazdı. Onun, hiç çekinmeden tüm özel alanları hiçe saymasından çok utanırdım. Babam, yirminci yüzılın son yarısında, topluma hakim olan en etkili özelliğinin yabancılaşma olduğunu bilmiyor muydu?

Üniversitede, Demokratik Toplum Öğrencileri adında radikal bir sol birliğe dahildim. Amerika'nın tutucu burjuva yönetimi karşısında, azınlıklar ve Üçüncü dünyanın köylüleri yanında yer alıyordum. Dolayısıyla, üniversite yıllarında babamın eczanesine gittiğim zamanlardan birinde, siyah bir genç kızın, babama kendisini özel olarak görüp göremeyeceğini sorduğuna şahit olduğumda, şaşkına dönmüştüm.

Babama, daha sonra, kızın ne istediğini sorduğumda, kızın zührevi bir hastalığa yakalandığını düşündüğünü ve kendisine ne yapması gerektiğini sorduğunu açıkladı. Neden Siyah Panterler'in yaşındaki bu siyah genç kız, orta sınıftan, beyaz, cumhuriyetçi, Yahudi bir eczacıya danışsındı ki? Eğer ben babamı bir düşman gibi görüyorsam, neden siyah kız da aynı şekilde düşünmüyordu?

Başka bir seferde, bir yaz sabahı babamla birlikte dükkana gelmiştim. Fıskiyenin yanında oturan beş- altı siyah kadın babamı şikayet ederek selamlamışlardı: "Sizinle artık hiç konuşmayacağız Bay Levinskı..."

Babamın karakteristik sevimsizliğinin ya da öfkesinin bu kadınları nasıl incittiğini merak ettim. Babam onlara aldırmadan, dükkana girip, tezgahın arkasına geçti. Ancak, ben, kadınların kötü durumuyla ilgileniyordum. Yanlarına gidip babamın ne yaptığını sordum.

İçlerinden biri cevap verdi: "Babanız, dün öğlen, dondurmacıya, mahalledeki bütün çocuklara dondurma vermesini, hepsini kendisinin ödeyeceğini söyledi. Biz anne babalar, bütün günümüzü o dondurma paketlerin toparlayarak geçirdik. Hayır, artık onunla konuşmuyoruz". Ve ardından hepsi beraber kahkahaya boğuldular.

Babam zengin bir insan değildi, ama sanki öyleymiş gibi borç verirdi. Altı Gün Savaşı'nda, Amerikan Yahudi cemaati İsrael'in yardımına koştuğunda, iki çocuğunu da özel okulda okutan babam, İsrael'e gönderebilecek para bulamamıştı. Bankaya gidip dört bin dolar borç almış ve hepsini İsrael Acil Yardım Fonunda bağışlamıştı. Daha sonra, yerel Yahudi cemaatinin topladığı yardımlara da katkıda bulunabilmek için ikinci kez borca girmişti.

Babam, annesinin iki odalı evinin kirasını ve aldığı yardımın hepsini öderdi. Eczanesinde on-on iki saatlik gününü bitirdikten sonra, hemen hemen her gün, büyükannemin evine uğrar, herhangi bir eksiğinin olup olmadığını kontrol ederdi.

Babam, kendisinden yardım isteyen eczane müşterilerinin yaklaşık hepsine borç para verirdi. Bunların çoğu bir daha geri ödenmezdi. Babam için yas tuttuğumuzda,, onun için eczaneyi satın alan İtalıan eczacı Carl, babamın dükkanı kendisine transfer ettiği sırada, üç santim kalınlığında bir borç defterini de verdiğini anlatmıştı. Carl, defterin ne olduğunu sormuştu. Babam, da verdiği borç listesi olduğunu açıklamıştı. Carl, hepsinin ne kadar olduğunu sorduğunda ise, babam defteri çöp kutusuna atarak omuz silkmiş, "Hiç bir şey" diye yanıt vermişti..

Carl, eczaneyi satın aldığında, onun ve babamın avukatları satış anlaşması hazırlamışlardı. İmzalandıktan sonra, Carl ve avukatı arabalarına dönerlerken, avukat, Carl'a, "Boşuna para verdin" demişti.

Carl, yutkundu. Avukat devam etti: "Bu adamla, sadece el sıkışman bile yeterliydi."

Babam, ölümden sonra hayata ya da gelecek dünyaya inanmazdı. Yağmurda insanları evine götürdüğü ya da fakir çocuklara iş bulduğu için karşılık beklemezdi. Meleklerin eşliğinde bir sonraki dünyaya uğurlanırken ne kadar da çok şaşırmış olmalıydı! O soğuk odada, bedeninin yanında durup düşünürken, babama, "Baba, Süpriiiiz!" dediğimi fark ettim.

Ama o meleklerin doldurduğu odada, benim içime de bir ışık doğmuştu. Sadece davranışların sayıldığını- iyi niyetin, inancın, ikna olunmuş fikirlerin, manevi bilincin değil, sadece iyiliklerin sayıldığını gördüm. Yahudiliğin, inançtan çok eyleme dayanan bir din olduğunu bildiğim halde, her zaman akıl ve ruhun sonsuz dünyasında yaşamayı tercih etmiştim. Babamın bedeninin yanında durup, ışıldayan yüzüne bakarken, sadece iyiliklerinin erdemiyle nasıl bir insana dönüştüğünü görüp hayrete düştüm.

Babamın, cennete giden yolu çiçekler ve dondurma paketleriyle döşenmişti. Ve eğer bu yol üzerinde, sahip olmadığı bir inancın neden olduğu boşluklar varsa, bunların, etrafına dağıttığı yüzlerce kitapla kapandığını gördüm.

Kırk iki yılını kutsal kavramlar ve yüksek amaçlarla uğraşarak geçiren ben, maiyetimde, babamın hasta kadın için istettiği kömür kadar değerli bir şeyimin olmadığı fark ettim. Babamın dindar kızına, yani bana, gelecek dünyadaki onurlu yerinden bakıp göz kırptığı ve "Süpriiiz!" dediğini duyabiliyordum...

Sara Levinskı Rigler.