Yazdır

Arkaya bakıp ilerlemekÜç çocuk annesi Gila Moskowitz, Yahudi okulunda öğretmendir ve Southeast'te yaşar.

Bu hikayede, gençken Ponya'daki ölüm kaplarına yaptığı bir ziyaretin, yaşam tarzını nasıl yeniden gözden geçirmesini sağladığını ve Yahudiliği'ne olan bağlılığının gerçek mi yüzeysel mi olduğunu değerlendirmesine sağladığını göreceğiz.

Turun son günündeki etkileyici deneyimin bu capcanlı anlatımı, genç kadının kendini nasıl Holocaust gerçeğiyle boğuşmaya zorladığını ve bunun kendi seçimlerini yaptığı hayatında ne anlama geldiğini bizlere aktarmaktadır. Onu bu değişim hikayesi, ailesinde nesiller boyunca anlatılacaktır.

**

Gila için zor bir sene olmuştu. Kendini, çelişen dünyalar arasına sıkışmış hissediyordu. Anne babası, dini uygulayışlarında modern ortodoks, ama onun kendi kararlarını vermesinde, özellikle okul ve arkadaş seçimlerinde çok çok liberal bir tavır takınan kişilerdi. Dolayısıyla, her zaman Yahudi okullarına gittiği halde, çok geniş bir çevreden arkadaşlara sahipti. Bazen, sosyal aktivitelerinden birinden eve döndüğünde, şizofrenik bir hayat yaşadığını hissediyordu Gila.

Şimdi ise, hayatının en önemli yol ayrımlarından birinde duruyordu. Öğretmenler Akademisi'ne kabul mektubunu almıştı. Oraya gitmek, Yahudi yaşam tarzına daha derin bir bağlılık anlamına gelecekti. Bazı arkadaşlarını kaybedebileceğini de biliyordu. Kararını ertelemeye karar verdi. Okuldan, kararını bildirmek için bir aylık izin istedi ve ailesine, kendisini Polonya'ya yapılan Yahudi tarihi gezisine gönderme tekliflerinin hala geçerli olup olmadığını sordu. Bir önceki sene, ailesi bunu ilk kez teklif ettiğinde, Gila, korktuğu için gitmek istememişti. Ama şimdi, bu gezinin, bazı kararları verirken kendisine yardımcı olacağını hissediyordu.

**

Gila, Auschwitz'deki barakaların girişinde durdu. Boştu. Giriş, uzamış çalılarla kapanmıştı ve küçük pencere boşluğu örümcek ağları ve tozla kaplıydı. Okuluyla beraber gittiği Polonya turunun son günüydü ve kalbinin taşlaştığını hissediyordu. "Benim sorunum nedir?" diye düşündü. "Benim gibi Yahudiler'in, can çekişirlerken tırnaklarıyla kazıdıkları duvarları gördüğüm gerçek gaz odalarının içindeydim. Ama gözümden tek bir göz damlası bile akmadı.." Diğer arkadaşları oldukça yoğun, duygusal anlar yaşarlarken, Gila, kendisinde bir sorun olup olmadığını düşünmeye başlamıştı. Sürekli duygulanmaya çalışıyor, içinden, "Nerede durduğuna baksana! Neler gördüğünü fark etsene!" diye çığlıklar atıyordu. Ama ne kadar denerse denesin, kendisini tamamen boş ve duygu fakiri hissediyordu.

Son on gündür, toplama kaplarını "ziyaret ettiği" halde, altı milyon Yahudi'nin yok edilmiş olması, sanki henüz Gila'nın kalbini etkilemiş bir olay gibi gelmiyordu ona. Ama yine de, duyarlı, düşünen bir insan olduğundan, bu deneyim karşısında sadece omuzlarını silkerek tepkisiz kalması da olanaksızdı. Kendini kırması ve duygulara açması gerektiğini biliyordu. Ama nasıl? Grubunun geri kalanından ayrı olarak, tek başına dolaşmaya karar verdi. Belki bu şekilde, yaşadığı deneyim daha etkileyici olabilirdi.

Bir yaz öğleni havasında, bir barakadan diğerine kendi kendine yürüdü. En sonunda neredeyse tamamen karmakarışık otlarla kaplanmış birinin önüne geldi. Oraya başka kimsenin girmeyeceğinden emindi. Korkarak, ama içindeki duyguları da uyandırmaya kararlı olarak, kapının önündeki bir kısım çalılığı ayıklayarak içeri girdi.

İçeride, hava, kalın bir toz tabakası ile ağırlaşmıştı. Her yer pislik içindeydi. Onlarca yıllık toz tabakası, üstünde hala saman yığınlarının ve paramparça olmuş bir kaç parça kumaşın durduğu yatakları kaplamıştı. Tavandan, duvarlardan örümcek ağları sarkıyordu. Küçük, çatlak pencereden hafif bir ışık sızıyordu içeri. Gila, orada, sessizlik içinde durdu, önündeki sahneyi kavramaya çalıştı, içeri girmek için kendini zorladığı barakanın 50 yıl önceki Yahudilerle dolu halini hayal etmeye zorladı kendini. Ama hayır- kendini durdurdu- bundan daha fazlasıydı buradaki. "Burası Yahudiler'le dolu değildi" dedi Gila kendi kendine. "Bu sadece kalıplaşmış bir cümle. Burası insanlarla doluydu!.. Öldürülen her bir insan aslında bir dünyaydı. Anneler, babalar, kızlar, oğullar, amcalar ve teyzeler... Kendi ailenizi düşünsenize. Annesi babası burada öldüğü için, doğamamış bütün o nesilleri, insanları düşünsenize..."

Kalbinde, küçük bir sızıyı en sonunda hissederken, Gila, arkasındaki kapının açıldığını fark etti. "Of hayır " diye düşündü, "Buraya başkaları da girdi." Arkasını döndü. Gruptan başka biriydi içeri giren ve orada Gila'ya rastladığı için şaşırmıştı. Her ikisi de buraya aynı nedenle gelmişti: Yalnız olmak için. Orada durdular ve hiç bir şey söylemediler.

Birdenbire, sessizlik içinde büyük bir cam kırılması sesi işittiler. Her ikisi de bir an donakaldıktan sonra, dışarı koştular. Diğer kız, kapıya daha yakın olduğundan ilk çıktı. Gila da güven içinde dışarı çıktığında, kendi kendini durdurup, "Sakın kaçayım deme. Bir cam kırılması sesinden mi kaçıyorsun? Buradaki insanlar, bu barakaların içinde, hiç bir kaçma şansları olmadan yaşamak ve acı çekmek zorundaydılar. Oraya geri döneceksin ve kendine bunun hiç bir şey olmadığını ispat edeceksin." dedi. Eğer kaçarsa, bir Yahudi olarak kollektif tarihlerini, orada ölen insanlarla kalbinde kurduğu o bağı, bir şekilde yaratan yeteneğini, reddetmiş olacağını düşünmüştü.

Korkuyla titreyerek, buz kesmiş elleriyle, kapıyı yeniden açtı. Duyduğu şeyin hayalet olmadığını kendi kendine ispatladığını hissediyordu. Aniden birincisi kadar gürültülü olmayan başka bir ses duyduğunda, barakanın etrafında yavaşça yürüyordu. Sesi takip etti. Barakanın uzak bir tarafından geliyordu sesler. İki yatak arasında, ranzanın üst katı ile alt katı arasında, kare bir pencere vardı. Gila, pencerenin önünde durdu ve yavru bir kuş gördü. Kuş, pencere pervazında oturuyordu. Yavru kuş zıplayıp pencereye çarptı ve yeniden pencere pervazına geri düştü. Gila, yavru kuşu, inatçı direnişi karşısında şaşkına dönerek seyretti. Daha sonra, kuş, son bir girişimde bulunarak sertçe yükseldi ve pencere camına hızla çarptı. Çarpmanın kuvvetiyle geri fırlayan kuş, yataktaki bir çatlaktan geçerek yere düştü.

Gila, içinde panik duygusunun yükseldiğini hissetti. Ranzanın altına bakmak için dizleri üstüne eğildi ama her tarafı kaplamış kalın toz ve örümcek ağı tabakasından elini geçiremedi.

O anda, hissetmek istediği her duygu, içinde gömülü kalmış her his taşarcasına dışarı akmaya başladı. Yere oturdu ve daha önce hiç ağlamadığı şekilde ağlamaya başladı. Nasıl duracağını bilmeyek ağladı, ağladı...

İşte o anda her şeyi anladı. O kuş, insanları temsil ediyordu. Onlar da içeri hapsedilmişlerdi ve umutsuzca özgürlüklerine kavuşmak istiyorlardı. Onlar da o küçücük pencerenin arkasındaki güneşi ve dünyayı görüyorlardı, ama tek yapabildikleri, acı içinde kendilerini o yöne fırlatmak ama yeniden geri, karanlığın içine düşmekti.

O, Gila ise özgürdü. Ama kendi kendine, gerçekte, ne kadar özgür olduğunu sordu. Arkadaşlarıyla partilere, alışveriş merkezlerine ve dans etmeye gidebilecek kadar, son modayı takip ederek istediğini giyebilecek kadar, arkadaşlarıyla parlak dergiler değiş tokuş edebilecek kadar, uzun uzun yürüyüp, hayatın anlamını düşünmekten başka hiç bir şey yapmayacak kadar özgürdü...

Bu nasıl bir özgürlüktü?

Auschwitz'in o kokuşmuş, pislik içindeki yerinde oturarak, Gila, hayatında ilk kez, bir Yahudi olarak, kendine ve ruhuna karşı bir sorumluluğu olduğunu hissetti. Yahudi olmak, bu altı milyon insanın uğruna öldüğü bir şeydi. Onların dindar olup olmamaları önemli değildi. Ne kadar asimile olduklarına bakılmaksızın, bir parça Yahudi kanı taşıyan herkes toplanmıştı. Onlar, Yahudilikleri için ölmüşlerdi! Şimdi her şey ona bağlıydı- Gila'nın bu barakadan gerçek dünyaya çıkıp, bunun için yaşama şansı vardı.

Yavaşça kalkıp üstündeki tozları silkeledi. Bir mendille yüzünü ve gözlerini sildi. Şimdi, bu anlaşılmaz acılar içinde, Tanrı'nın saklı olduğundan emindi. O, saklıydı ama oradaydı.

Kapıda durarak, küçük çatlak pencereye doğru barakanın içine baktı. Orada başka kimse yoktu, ve bir kaç saniye içinde, burayı sonsuza kadar terk edecekti.

"Şema Yisrael" diye fısıldadı. Daha sonra giderek yükselen bir sesle, en sonunda çığlık atarcasına bağırdı: "Şema Yisrael, Haşem Eloenu, Haşem Ehad!"

Barakanın içinde ağlayarak ve bağırarak bir aşağı bir yıkarı yürüdü. Ve o andan sonra artık hayata bir daha asla aynı gözlerle bakmayacağını biliyordu.
Tabii ki, evine, ailesine ve kendi odasına geri dönmek için sabırsızlanıyordu. Ama bir Yahudi olarak, hayatı hafife almama ve kendine verilmiş bir hak gibi görmeme sorumluluğu ve zorunluluğu olduğunu biliyordu. Gitmeli ve öğrenmeliydi... Çünkü bu onun uçabilmesinin tek yoluydu.