Büyükanne Rifka-ya da ibranice Safta Rifka-, Yeruşalayim’in Eski Şehir olarak bilinen kısmında Yahudi mahallesinde yaşamaktaydı. Duvarları kalın bir badana tabakasıyla boyalı, kemerli pencereli evi çok çok eskiydi. Evdeki bütün mobilıalar tahtadandı ve evin orasına burasına eski çanak  çömlekler saçılmış durumdaydı.

Safta Rifka’nın evinde pek çok oda bulunmaktaydı. Bunlardan bir tanesi sinagoga dönüştürülmüştü. Odaya, duaya gelen insanlar için sıralar konmuştu. Sefer Tora’nın bulunduğu dolap ta unutulmamıştı.
 
Ev, bir avluyu çevreliyordu. Avlunun ortasında, heybetli dallarının altında bir sıra konulmuş  bir dut ağacı vardı.

Safta Rifka’nın , Nurit isimli bir torunu vardı. Nurit büyükannesini ziyaret ettiği zaman beraberce, dut ağacının altındaki sıraya otururlardı.  Büyükannesine  sarıldıktan sonra Nurit genellikle ondan şu sözlerle bir şey isterdi: “Büyükanne lütfen şimdi bana bir hikaye anlatır mısın? Lütfen ama!”

“Anlatacak çok hikayem var” diye yanıtlardı Büyükanne, sonra da gülümserdi. “Bugün hangisini dinlemek istiyorsun?”

Nurit karar verirken zorlanırdı. Büyükannenin tüm hikayeleri çok ilginçti, fakat özellikle Büyükannesinin, daha küçücük bir kız olduğu günleri dinlemekten hoşlanırdı. Büyükannenin gözleri, hikayeyi anlatırken parlar ve sesi, kadife gibi yumuşacık bir ton kazanırdı.

Yine böyle bir gün, sırada otururlarken, Büyükanne Rifka, Nurit’e şunları söyledi:

“Bugün sana, daha önce hiç anlatmadığım bir hikaye anlatacağım.” Büyükannenin anlattığı hikaye şöyleydi:

“Ben küçük bir kızken de, burada, Yahudi mahallesinde, aynı evde yaşıyordum. Babam, mahallenin hahamıydı  ve herkes, dua etmeye evimizdeki sinagoga gelirdi. Çoğu insan, sorunlarını tartışmak ve tavsiyesini almak için babamla konuşmaya gelirdi. Babam, herkesi nazikçe karşılar, bilge sözleriyle de kendilerine yardımcı olmaya çalışırdı.

Bir gün babam, beni avluya çağırdı. Elinde bir torba vardı. Torbayı açtı ve içinden bir fidan çıkardı. “Bu fidan, çok genç bir dut ağacı” dedi. “Uzun zamandır avlumuza bir ağaç dikmek istiyordum. Çocuklarımız ve torunlarımızla birlikte hepimiz dut ağacının gölgesi ve meyvelerinden faydalanacağız.”

          Babama fidanı avluya dikerken yardım ettim. Ağaç çok çabuk büyüdü. İlk başta, boyu sadece benimki kadardı. Sonradan çok hızlı uzadı. Herkes ağacın etrafında toplanırdı. Çocuklar, misketleri ve oyuncak bebekleri ile gölgesinde oınardı. Büyükler de, sıraya oturur, sohbet eder, kahve ya da çay içerlerdi. Yahudi mahallesindeki herkes, her sabah babamı dut ağacının altındaki sırada otururken bulabilirdi. Orada oturur ve kendisinden yardım isteyenlere öğütte bulunurdu.

          Ben on yaşıma geldiğimde, Yahudi mahallesinde Yahudiler aleyhine bazı vahşi olaylar gerçekleşiyordu. Yahudiler, İsrael Toprakları üzerinde bir Yahudi devleti kurmak istiyorlardı. Araplar ise bunu kabul etmiyordu. Kısa zamanda bir savaş patlak verdi. Bizi korumak için mahalleye Yahudi askerler geldi. Durum genellikle çok ürkütücüydü.

           Bir sabah, avluya askerler girdi ve tüm komşularımızın burada toplanmasını istedi. Komutan üzgün bir sesle, “sizi daha fazla koruyamayacağız artık” dedi. “Bütün Yahudiler, Yahudi mahallesini birkaç saat içerisinde terketmeli. Herkes yanına ne taşıyabilecekse onu almalı. Tam öğle vakti, Sion Kapısında toplanacağız ve Yeruşalayim’de Yeni Şehre gideceğiz.”

Bu konuşmanın ardından ortalığa derin bir sessizlik çöktü. Herkes birbirine üzgün bir şekilde bakıyordu. Sonra insanlar tek kelime bile etmeden evlerine döndü. Kapı komşumuz babama yaklaştı ve şunları söyledi:

“Sefer Tora’yı kurtarmalıyız”.

“Tabii ki”, diye yanıtladı babam. Tabii ki onu da yanımızda alacağız.”

Ne olduğunu anlayamamıştım. “Nerede yaşayacağız?” diye sordum. “Evimize ne olacakş” Baba, yanıt vermek yerine, sadece bana sıkı sıkı sarıldı. Yüzündeki ifade, çok üzgündü.

Evimize girdiğimizde, annemin açık bir dolabın önünde durduğunu gördük. “Neler almalıyız?” diye sordu. “Geride ne bırakmalıyız?”. Sesi hıçkırıklarla boğuluyordu.

“Sadece önemli olanları al” dedi Babam. “Herkes sadece bir çanta taşıyabilir”. Babam ve annem birbirlerine baktılar. Annemin gözlerinin ıslak olduğunu gördüğümü düşünüyordum. Sonra annem bir valiz indirdi ve içine eşya koymaya başladı. Kendisine yardım etmek istedim, ama bana karşı koydu ve “Rifka, odana git ve ne almak istiyorsan topla. Hemen şimdi” dedi.

Odama gittim ve dolabı açtım. Şabat için sakladığımız, beyaz yakalı özel elbisemi ve ona uygun ayakkabılarımı aldım. Daha sonra en sevdiğim iki kitabımı seçtim ve hepsini anneme getirdim. “Biraz daha fazla elbise alman gerekiyor sanırım” dedi annem yumuşak bir sesle. “Bir daha ne zaman eve döneceğimiz belli değil”.

     Valizimizi topladığımız zaman avluya çıktık. Elinde bir Sefer Tora bulunan babam, yan kapıdaki komşularımızla birlikte bizimle bekliyordu. Komşularımızın da elinde Sefer Toralar  vardı. Sokaklar, kendi bohçalarını taşıyan ailelerle dolmuştu. En küçük çocuklar bile bir şey taşıyordu.

     Yola koyulmadan hemen önce, avluya ve ortasındaki dut ağacına baktım. Endişeyle, “biz yokken ağacı kim sulayacakş” diye düşündüm.

Babam “Rifka, acele et” diye sesleniyordu. Ağaca son bir kez baktıktan sonra, sokağa koştum ve annem ile tüm komşularımızın yanına vardım. Babam, kalabalığın başında dimdik duruyor, herkesin görebilmesi için de Sefer Tora’yı  havaya kaldırmış bir şekilde tutuyordu. Daha sonra ağır ağır Sion Kapısına doğru yürümeye başladık.

Sion Kapısında, herkes babamın etrafında toplandı. O ise, titreyen bir sesle şunları söyledi:

“Bir gün Eski Şehirdeki Yahudi Mahallesine geri döneceğiz. Yahudiler, Kral David zamanından beri Yeruşalayim’de yaşamışlardır ve kimse bizim burada yaşamamıza engel olamaz.”

İnsanların ağzında eski ilahilerin sözleri dolaşmaya başlamıştı. “Seni unutursam, ey Yeruşalayim, bırak sağ elim hünerini  unutsun, seni hatırlamazsam bırak dilim damağıma yapışsın”. Hıçkırıkları boğazına düğümlenen, babam, Umut Şarkısını söylemeye başladı, hemen arkasından herkes ona eşlik etmeye başlamıştı.

Böylece Eski Şehirden ayrıldık. Uzun yıllar Yeni Şehir’de yaşadık, fakat Yeruşalayim’in eski kısmındaki Yahudi Mahallesindeki evime karşı her zaman derin bir özlem duydum. Babam, Yeruşalayim’deki Yeni Şehir’de kendini hiçbir zaman yuvasında hissetmedi. Eski evimizi ziyaret bile edemediğimiz gibi dut ağacını sulamaya da gidemiyorduk, çünkü artık Eski Şehir ile Yeni Şehri yüksek bir beton duvar ayırıyordu.

         Bulutsuz günlerde, sık sık Yeni Şehir’deki evimizin çatısına çıkar ve Yahudi Mahallesine bakardık. Eliyle işaret ederek “işte evimiz” derdi babam. Parmağının gösterdiği yere bakardım. Fakat ne kadar çabalarsam çabalayayım, gördüğüm ev ile ağacın gerçekten bizim evimiz ve dut ağacımız olup olmadığına emin olamazdım.

           Yaklaşık yirmi yıl kadar sonra, Altı-Gün Savaşı başladı. Sonunda, Yeruşalayim tekrar birleşti ve tek bir şehir oldu. Eski Şehir ile Yeni Şehir arasındaki duvar yıkıldı ve tekrar Yahudi Mahallesine döndük. O günü hiçbir zaman unutamayacağım.

Eski Şehre doğru yollara koyulmuş akın akın insan sokakları doldurmuştu. Yürüyorlar ve şarkılar söylüyorlardı. Bazılarının ellerinde Sefer Tora’lar vardı. Ailemiz de Eski Şehre geri döndü fakat babam o günü görecek kadar yaşayamamıştı.Sefer Tora’ları  dostlarımız ve komşularımız Yahudi mahallesine taşıdılar.

          Babamın Yahudi mahallesinden ayrıldığımız gün Sion Kapısında söylediklerini hatırladım. Kendisiyle kafamda konuşmaya başladım: “Baba, tıpkı söylediğin gibi tekrar Yahudi Mahallesine döndük. Bir kere daha sinagogumuzun kapılarını açıp SeferTora ‘ları kutsal dolaba  koyacağıma söz veriyorum.”

Evimize vardığımız zaman, kendisinin eski ve harabe bir görünümde olduğunu gördük. Avludaki dut ağacı hala dimdikti. Kurumak üzereydi, fakat hala birkaç yaprağı sallanıyordu. “Sana iyi bakmamışlar” diye fısıldadım. “Hem de hiç iyi bakmamışlar.” Bir kovaya su doldurdum ve ağacın gövdesinin dibine döktüm. “Ben sana iyi bakarım“ diye fısıldayarak konuşmaya devam ettim. “Tıpkı bir zamanlar olduğu gibi tekrar yemıeşil ve  canlı olacaksın”

Safta sözlerini bitirdi. Ağaca baktı. Nurit de onunla beraber gözlerini ağaca çevirdi. “Şimdi gerçekten de canlı ve yemıeşil” dedi Nurit. Eve baktı ve şu soruyu sordu: “Büyükanne, sen küçük bir kızken gerçekten her şey aynen buradaki gibi miydi?”

“Evet” diye yanıtladı Büyükanne. “Buraya geri geldiğimiz zaman, tüm eski çanak çömlekleri topladık, eski mobilıaları tamir ettik ve evi eskiden nasılsa o şekilde düzenledik. Şu anda evimiz çok yeni değil ama tamamen eski de değil.”

Copyright © 2011 SEVIVON. Tüm Hakları Saklıdır.
Bu sitede kullanılan tüm içerik ve görsellerin kullanım hakları Sevivon'a aittir.
İzinsiz kopyalanamaz ve kullanılamaz.